SOSYAL ANKSİYETE VE BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİ

Sosyal anksiyete nedir? Hangi durumlarda ortaya çıkar ve çekinik kişilik özellikleriyle bağdaştırılabilinir mi? Bu yazıda sosyal anksiyete bozukluğunun oluşumu , süreci, kültürlere bağlı bir şekilde rölatif olarak değerlendirilmesi ve bilişsel davranışçı terapiyle incelenmesi ele alınacaktır.

Doğa ve insan birbirine benzetilebilir. Bu durumda insanın duygusal dünyası da bir deniz gibidir. Örneğin, hava durumuna ( dış etken) göre denizin renginin değişmesi gibi insanın duyguları da içsel veya dışsal etkenlere göre şekillenir.Korku, nesnesi ve kaynağı daha net, ortak tecrübesi daha fazla ve kısa süreli bir duygudur. Fobi ise korkunun günlük hayata yansıtış şekli olarak literatüre geçer. Anksiyete de korku ve fobinin yanı sıra nesnesi ve kaynağı belirsizlik barındıran, ileri dönük , şiddeti az fakat bir o kadar da uzun süreli bir duygudurumdur.
İnsanın biyolojik, psikolojik ve sosyal bir varlık olduğu düşünülürse , insan doğduğu andan itibaren önce anne ile sonrasında ise yakın çevresi ile iletişime geçer. Yapılan bir deneye göre, Hindistan’da bir kurt ininde bulunan 2 kız çocuğunun yürüme, konuşma gibi insani özelliklerinden yoksun olduğu görünüp tamamen kurt gibi hayvani içgüdülerle davrandıkları saptanmıştır. Bu deneyle beraber insanın insanlaşabilmek için başka insanlara ihtiyaç duyduğu sonucu çıkarılabilir. Bununla beraber, genetik ve çevresel faktörlerin biraraya gelmesiyle patolojiler oluşur ve sosyal anksiyete de bunlardan biridir. Sosyal anksiyete bozukluğu utanma, aşağılanma veya sosyal ortamda fazla bulunmaktan kaynaklı ekstrem düzeyde kalıcı bir korku duyma olarak tanımlanır. Sosyal anksiyete bozukluğu olan birey toplum tarafından eleştirilmekten ve dışlanmaktan korkar. Onlara göre dünya bir mahkeme salonu, kendileri yargılanan ve öteki insanlar da hakimlerdir. Eleştirilmekten, yargılanmaktan ve dışlanmaktan korkarlar. Kendilerini sürekli olarak yetersiz gördükleri için girecekleri toplumdaki insanlardan sürekli olarak onay beklemeye ve takdir edilmeye muhtaçtırlar. Bu nedenle de kendilik algılarını kendileri oluşturamazlar. Bu durum onları bir kısır dönüye sürükler: Hem sosyal ortama girmek için kendilerini iyi lanse edip onay almalıdırlar hem de mükemmeliyetçi yapılarından dolayı hiçbir zaman kendilerini yeterli görüp ilk maddeyi gerçekleştiremezler. Ötekileştirdikleri insanların bir bakışı bile sosyal kaygı bozukluğu olan bireyleri olumsuz etkiler. Başkalarının bakışına maruz kalmayı evrimsel psikolojiyle ilgili yapılan bir deneyde açıklamak gerekirse : Güvercinlere üstünde şekiller olan kartlar gösterilmiştir ve onlar bu şekilleri göz olarak algılamışlardır. Basit şekilli kartlar yerine karmaşık şekiller gösterilince güvercinler huzursuz olmuşlardır.

Sosyal anksiyete bozukluğu, yaygın tip ve performans tip olmak üzere iki şekilde açıklanabilir. Yaygın tip kaygı bozukluğunda birey etkileşime karşı çocukluk dönemi utanmalarından dolayı kaygı hisseder ve kaçınmak ister. Performans tip kaygı bozukluğu ise deneyimlenen travmatik olaylar sebebiyle bireyin tek başına yaptığı işi sunma korkusu olarak tanımlanır. Bu iki tip kaygı bozukluğunun sonucunda da söz konusu toplumsal olaylardan kaçınılır veya maksimum düzeyde korku ve kaygıyla katlanılır ve işlevsellikte ciddi oranda bir düşüş yaşanır. Bireyler bir nebze de olsa kendilerini korumak- kaygılarını azaltmak ve tehlikeden kaçmak- için birtakım kaçınma ve güvenlik davranışlarında bulunurlar. Bunlara kızarma, kalp çarpıntısının artması veya terlemeyi örnek verebiliriz. Bu kaçınma ve güvenlik davranışlarının temeli ise aslında beynin şekillendiği döneme yani avcı-toplayıcı döneme kadar dayanır. O dönemde asıl amaç korunma, hedef ise hayatta bulunmadır. Yırtıcı hayvandan gelen tehlike fark edilir , duyusal olayların oluşumunda önemli rol oynayan amigdalada kaygı duygusu oluşur ve beyin sapına sinyal göndermenin sonucunda kalp atışı hızlanması, göz bebekleri büyümesi gibi fizyolojik olaylar görülür. Sosyal kaygı bozukluğu olan bireylerde de günümüz tehlikeleri utanma, aşağılanma, suçlama ve yargılanmadır. Burdan yola çıkarak da sosyal anksiyetenin bilişsel, duygusal, fizyolojik ve davranışsal boyutları vardır denilebilir fakat korku, anksiyete veya kaçınma durumlarının fizyolojik rahatsızlıklar veya ruhsal bozukluklarla açıklanamayacağı unutulmamalıdır.

Sosyal anksiyete bozukluğu, utangaçlık ve çekingenlikle karıştırılmamalıdır. Utangaçlık ve çekingenlik sosyal anksiyete için birer risktir fakat direkt olarak aynı anlama gelmezler. Ek olarak, utangaçlık ve çekingenlik kişilik özelliklerine güvenilerek bilinçsizlikten dolayı sosyal anksiyetenin ortalama olarak 13 yaşlarında oluşmasına rağmen tedavisine 30 yaşlarında başlanır. Türkiye Ruh Sağlığı Profili araştırmasına göre tedaviye başlanmaması ve tanı konulmamasından dolayı sosyal kaygı bozukluğunun ülkemizde görülme oranı yüzde 1.8’ tir fakat bu oranın daha fazla olduğu düşünülmektedir. Kişilik olarak utangaç veya çekingen olmanın yanı sıra çekingen kişilik bozukluğuyla sosyal kaygı bozukluğunun farkı ise çekingen kişilik bozukluğunun kişilerarası problemlerde etkili ve daha ileri bir rahatsızlık olmasıdır. Sosyal anksiyete bozukluğu daha çok performansla ilgilidir.Ek olarak, tedavi olunmayan durumlarda fizyolojik güvenlik davranışlarının yanı sıra alkol kullanımı da bireyde geçici olarak kaygı azaltımı sağlamasından dolayı oluşan fakat sosyal anksiyete pekiştiricisi olarak alkol kullanım bozukluğunu tetikleyen bir başka güvenlik davranışıdır. Sonuç olarak, sosyal anksiyete bozukluğu toplumsal iletişimi etkilediği için aynı zamanda da bir toplum sağlığı sorunudur ve tedavi edilmediği durumlarda yanında majör depresyon gibi ruhsal hastalıklarla da tetiklenirse intihar düşüncesine dahi neden olabilir.

Depresyon, kaygı bozukluğu gibi çoğu patolojik rahatsızlık genetik ile aktarılır fakat travmalar ve deneyimlerle sonradan da oluşabilir. Yabancı birine veya yeni bir duruma karşı davranışsal ketlenme denilen mizaçsal olarak bebeklikte kendini gösteren kaçınma davranışı da genetikle aktarılır. Bu durumun olumlu ve olumsuz yönde sonuçları vardır. Olumlu olarak potansiyel tehlikeye karşı bireyin gözlem yapmasını sağlarken olumsuz olarak da davranışlarda işlevselliği azaltır ve utançla korkuyu artırır. Bununla birlikte, davranışsal ketlenmenin olması sosyal anksiyete bozukluğunun yaşanacağını kanıtlamaz. Yapılan bir araştırmaya göre bireyde davranışsal ketlenme varsa aynı zamanda da sosyal anksiyete olma ihtimalı yüzde 12’dir. Bu veri de davranışsal ketlenmenin direkt olmasa da sosyal kaygı için bir risk oluşturduğunu kanıtlar.

Nörobiyolojik alanda değerlendirmek gerekirse, seratonin ve dopamin sosyal anksiyete bozukluğu tedavisinde kullanılır, büyüme hormonu artışının da sosyal kaygı bozukluğunu azalttığı kanıtlanmıştır. Dopamin olumlu düşüncelerle ilişkiliyken seratonin ise olumsuz düşüncelerle ilişkilidir. Aynı zamanda, seratonin ve noradrenalin tedavide yaygın olarak kullanılırken, benzodiyzepinler bireyde bağımlılık yaratabilir. Monoamin oksidozinhibitörleri ve beta blokör ilaçlar Türkiye’de yaygın değil ve kullanım izinleri yoktur.

Sosyal kaygı durumunda hissedilen duygular ve yaklaşımlar toplumsal-kültürel bağlama göre orantısızdır hatta patoloji tanımları dahi değişiklik gösterebilir. Profesör doktor Bozkurt Güvenç’e göre insanlar kültürlerine göre benzer, değişir ve farklılık gösterir. Örneğin, Doğu Asya ülkelerinde utanma/çekinme övülmektedir. Bu nedenle kültürel olarak sosyal fobi kaale alınmazken girişimci kişiliğin ön planda olduğu Amerika Birleşik Devletleri eyaletlerinde sosyal kaygı ciddi sorunlar yaratabilir. Ek olarak, demografik özelliklere göre de kadınlar ve sosyo-ekonomik düzeyi düşük olan bireylerde sosyal kaygı daha fazla bulunmasına rağmen bu bozukluğu düzeltmek için herhangi bir girişimde bulunulmamaktadır. Örneğin , erkekler terapiye daha çok başvururlar, kadınlar ise toplum tarafından hanım hanımcık ve çekingen olmaları için baskı görürler ve bunu kabul ederler. Tüm örneklerden yola çıkarak, toplum ve kültürün kaygı bozukluğuna ve onun tedavisine karşı etkisi önemli bir etkiye sahiptir denilebilir.

Sosyal anksiyete bozukluğu oluşumunda ( özellikle erken çocukluk ve gençlik döneminde) ve sürecin devamında ebeveynlerin tutumları önemli bir paya sahiptir. Zorlayıcı-utandırıcı ebeveynler, “Neden böyle yaptın!” şeklinde toplum içinde çocuğu utandırma ve olumsuzlama yaparak sosyal anksiyeteye yer hazırlarlar. Paraşüt ebeveyn denilen geri adım attıran-koruyucu ebeveynler ise çocuk yerine her işi ve sorumluluğu üstlenerek çocuğun kendini ifade edememesine ve sosyal bir ortama girmekten korkmasına neden olurlar. Destekleyici- teşvik edici ebeveynler ise korku ve kaygıyı anlayıp, çocuğa fark ettirip yardımcı olarak olabildiğince doğru şekilde çocuğun kaygı bozuklukları yaşamasını bilinçli olarak engellemiş olurlar. Ebeveyn tutumlarının yanında, travma, fiziksel ve duygusal istismar, akran zorbalığı da sosyal anksiyete bozukluğuna neden olan ciddi nedenlerdendir. 17 yaşındaki ergenlerde yapılan çalışmaya göre kızların çoğunlukla ilişkisel zorbalık ( dışlanma), erkeklerin ise açık ( fiziksel) zorbalık ile sosyal anksiyete geliştirdikleri açıklanmıştır.

Sosyal anksiyete bozukluğuna Bilişsel Davranışçı Terapi altında Beck, sosyal anksiyetesi olan bireylerin toplumda gerçekleşen her olayı onların hayattaki var olma ve yok olma savaşı olarak algıladığını savunmuştur. Korku ve kaygılarını da sirkte çalışan bir ip cambazının düşme korkusuna benzetir çünkü ip cambazı düşerse rezil olacaktır ve aynı sosyal kaygısı olan bireyler gibi insanların onu yadsıyıp bir daha kimsenin izlemeye gelmeyeceğini düşünmektedir.Sosyal kaygı bozukluğu olan bireyler toplumsal ortamdaki insanların ( algılanan izleyici ) yüksek performans standartları beklediklerini düşünürler ve buna karşı koşullu birtakım inançlar geliştirirler. “ Hata yaparsam reddedilirim.” cümlesi koşullu inanca bir örnektir ve bunun altında kendileriyle ilgili temel inanç olan yetersizlik hissiyatı yatar. Aynı zamanda da bu bireyler toplum tarafından yanlış anlaşılabilirler. Örneğin; bakış kaçırmak, algılanan izleyicilerde “ bir şey saklıyor” düşüncesine, kendilerini rahatça ifade edememelileri “ yakınlık ve ilişki kurmak istemiyor” düşüncesine, telefona cevap vermemeleri de “ görüşmek istemiyor” düşüncesine sebebiyet verebilir. Beck’in teoreminin yanında David ve Abraham Wells modeline göre ise davranışsal eğilimler geçmişteki negatif sosyal deneyimlerle birleştiği zaman bireyde sosyal ortamın tehlikeli olduğuna dair bilişsel varsayımlara sebep olurlar ve dikkatleri tamamen kendilerine yöneliktir, yanlış algılara sahiptirler. Örneğin, heyecanlandıkları durumda fizyolojik olarak terlemelerini sırılsıklam olmuş gibi hissederler. Bunun sonucunda da güvenlik davranışı olarak terini göstermemek için omuzları yukarda yürürler fakat bu yöntemler uzun vadede işlevsel değildir. Rapee ve Heimburg modeline göre ise algılanan seyirci tamamen yargılayıcı ve suçlayıcı nesnelerdir.David Clark ve Abraham Wells modeline kıyasla burda dikkat ve odak tamamen kendilerinde olmak yerine ortamla birlikte iki yere verilmiştir. Diğer tüm modellerle ortak olarak izleyicinin yüksek standart beklediği algısı burda da devam etmektedir.

Freud’dan yola çıkarak psikanalitik yaklaşıma göre sosyal anksiyete 3 farklı dönemle varlığını oluşturur. Gerçeklik döneminde gerçek ( somut ) tehlikeyle savaşılır. Nevrotik dönemde bilinç dışı istek ve dürtüler gün yüzüne çıkar. Suçluluk kısmında ise süperegoyla çatışan durumların varlığı kendini gösterir.Melanie Klein nesne ilişkileri teoremine göre çocuğun ilk nesneleri (ebeveyn) alaycı, yargılayıcı ve suçlayıcıysa; çocuk bunları iç nesne olarak kabul eder ve başkalarına karşı da bu tarzla yaklaşır. Bunların yanında davranışçı yaklaşıma göre de bir birey sosyal kaygısını üç farklı yolla edinebilir: Doğrudan koşullanma ile kendi deneyim ve travmalarıyla, sosyal öğrenme ile başkasının utanç yaşadığı bir durumu gözlemleyerek ve nasihat gibi ağızdan ağıza öğrenilen bilgi aktarımıyla.

Bilişsel davranışçı terapiye göre hayatta olay zincirleri vardır. Olaylara bağımlı veya bağımsız olarak oluşan ve doğuştan gelen duygular da işlevselliği artırır. Zihinde oluşan kelimeler ve mental resimlere ‘düşünce’ denir. Aynı zamanda da avcı ve toplayıcı dönemdeki hayatta kalma mücadelesinde kaygı ve korku daha çok aktive edildiği için olumsuz düşünceler daha yaygındır. Davranışlar sosyal hayatta yapılanlardır ve bedensel tepkiler de vücudun duygudurumuna göre verdiği gösterimlerdir. Çevre de beraber yaşam sürdürülen insanlardan oluşur. Bilişsel Davranışçı Terapi’de de tüm bunlar bir döngüsel etkileşim içindedir. Patolojilerin çoğu işlevsel ve gerçekçi olmayan düşüncelerden kaynaklanır. Bu terapi yönteminde de ilk olarak düşünceyi değiştirmek zor olduğu için asıl amaç duygu ve davranışları değiştirerek düşüncenin yavaş yavaş değişmesini sağlamaktır. Düşünceler de beyinde temel inanç, ara inanç ve otomatik düşünce olmak üzere içten dışa ayrılırlar. En dış katmanda otomatik düşünce olduğu için ilk başta otomatik düşünce değiştirilmeye çalışılır. Bu süreçte ilk olarak danışan ile nasihat vermek yerine empati kurmaya dayanan törapötik bir ilişki kurulur. Ardından, terapist formülasyon ile danışanı tanır ve anlamaya çalışır. 3. Evre olan psikoeğitim ile de danışana belirsizlik yaratmayıp minimum kaygıyla süreci devam ettirmek için patolojisi ve BDT hakkında bilgi verilir ve sonrasında da terapi süreci başlar.

Sosyal anksiyete bozukluğunda düşünce özellikleri :

-Sosyal anksiyete bozukluğu olan bireyler “Kesin beğenmedi.” şeklinde zihin okuma eğilimindedirler.

-Duygusal çıkarsama denilen , duygusal olarak her durumun kötü olacağına inanırlar ve durumu felaketleştirerek olayın en kötü şekilde sonuçlanacağını düşünürler . Bu durumda terapist kendi hayatından örnek vererek danışana kendini sorgulatıp farkındalık yaratmaya çalışır.

-“Hep ya da hiç” şeklinde düşüncelerini ve davranışlarını oluştururlar.

-Kendilerine karşı acımasızdırlar.

-“Meli- malı” ifadeleri kullanırlar

– “Ben başarısızım” şeklinde kendilerini etiketlemede bulunurlar.

-Keyfi çıkarsama, seçici soyutlama, aşırı genelleme, kişiselleştirme eğilimindedirler.

Sosyal anksiyete bozukluğu tedavisinde bilişsel davranışçı terapiyle kullanılan temel teknikler :

1) Kanıt inceleme: Terapist dedektif gibi danışanın güvenlik davranışlarını inceler ve sonucunda danışanının olumsuz varsayımını destekleyecek ve desteklemeyecek kanıtları sıralar. Tekniğin sonucunda olumsuz düşünceyi desteklemeyen kanıtlar daha fazla çıkacaktır.

2) Çifte standart tekniği : Sosyal anksiyete bozukluğu olan bireyler kendilerine kör fakat başkalarına karşı objektiflerdir. Varsayımsal örnekler verilerek danışanın düşüncelerinin eşit kıyaslanması sağlanmaya çalışılır.

3) Yarar-zarar tekniği : Danışanın sorun yaşadığı durum konusunda yarar ve zararlar belirlenip karşılaştırılır.

4) En kötü senaryo tekniği : Yaşanan durumun sonucu olarak gerçekleşebilecek en kötü sonuç düşünülür ve üstünde tartışılır.

5) Pasta dilimi tekniği : Sosyal anksiyetesi olan bireyler, tüm dikkatin her zaman kendi üstlerinde olduğunu düşünürler ve bu teknikte bir çember oluşturularak çevredeki insanlar pasta dilimlerine ayrıştırılır. Pasta dilimlerindeki insanların potansiyel yapabilecekleri işler belirlenmeye çalışılır ve bunun sonucunda bir toplumdaki insanların tamamının odağının tek bir kişi olmadığı danışana fark ettirilmeye çalışılır. Danışan da hitap ettiği ve dikkatini ona yönelten insan sayısının düşündüğünden daha az olduğunu fark ederek kaygısını azaltır.

6) Gazeteci tekniği : Bu teknikte danışanın odağını kendisi yerine dışa döndürmesi amaçlanmaktadır.

7) Maruz bırakma tekniği : Danışanı kaygı duyulan ortamlara maruz bırakıp, bu duruma alışıp üstesinden gelmeye çalışarak kaygısının azaltılması hedeflenir.

8) Rol oynama tekniği : Bu teknikte danışanın kaygı duyduğu ortam yapay olarak yaratılır, canlandırma yapılır. Bu süreç kameraya alınarak danışanın tepkilerinin ölçülmesi hedeflenir.

 

Yazan: Stajyer Psikolog Işıl Utku Erkişi

Leave A Comment